27 Mayıs 2011 Cuma

Günümüzde Bir Kül Kedisi: “Faruk”

   Faruk 18 yaşındaydı. Henüz 13 yaşındayken dönemin Demokrat Parti İstanbul 3. bölge milletvekili adayı olan babasının, internette sex kasedi yayılmış, bunun üzerine adının “Bamya Orhan”a çıkması sonucu adamcağız dayanamayıp intihar etmişti. Daha o yaşında üvey anne ellerine düşen Faruk, üvey annesi Nermin ( nam-ı diğer nerminatör) tarafından hor görülmüş, itilmiş, çok afedersiniz “aayvan” muamelesi görmüştü. Evet, üvey annesi Trakya’lıydı.
            Faruk, evde her türlü getir götür işlerine koşuyor, orayı burayı temizliyor, ne iş olsa yapıyordu. Bütün bu yaptıkları yetmezmiş gibi üvey annesinin diğer kocalarından olma oğullarından hergün düzenli olarak 5 öğün dayak yiyordu. Evin bodrum katında, hayvan bağlasan durmayacak bi ortamda yatıp kalkan Faruk, yemeğini de burada yiyordu. Tüm bu çilenin arasında tek dayanağı mahalleden arkadaşlarıydı.
            Günlerden bir gün evin uşağı Şahin, sevinçli bir haberle girdi içeri. Beyoğlu Belediyesi, semtteki tüm çocuklar için “toplu sünnet şöleni” düzenleme kararı almıştı. Üstelik bu kez, şölende dönemin başbakanı ve aynı zamanda “Çak Parti” genel başkanı Şaban Şuayyip Aydoğan, ve küçük kızı Emenike Aydoğan (nam-ı diğer prenses) de bulunacaktı. Üvey anne Nermin, bu haberi duyunca çok sevindi. Oğullarını daha önceden sünnet ettirmiş olsa da, başbakana yavşamak adına bunu bir fırsat olarak kullanacaktı.
             Olanları sessiz bi şekilde köşeden izleyen Faruk, henüz sünnet olmamıştı. İçinden “ulan 18 yaşına geldik, iyice “baltalık” olucaz amınakoyim, şu fırsatı kaçırmasam bari” diye geçirdi. Gidip üvey annesine durumu anlattı. Ama anlar mı nerminatör. “Aassiktir lan ordan” diyerek tersledi Faruk’u. Bunun üzerine Faruk, ağlayarak arkadaşlarının yanına gitti. O akşam hem içip hem dertleştiler. Akşam olunca da üvey annesine gözükmeden içeri girip bodruma indi.
             Ve büyük gün gelmişti. Üvey anne Nermin, iki adet toraman oğlunu da alıp, şenliklere doğru yola çıkacaktı. Tam gidecekleri sırada Faruk’u yanlarına çağırıp, geldiği anda arabanın camından “nah” çekmişlerdi. Giderayak taşşaklarını da geçmişti şerefsizler. Faruk iyice çökmüştü. Yine bodrum kattaki yatağına gidip ağlamaya başladı.
             Tam bu sırada kapı açıldı, içeri bir ışık doldu. Aman Allahım. Yoksa… yoksa... Tabiki peri falan gelmemişti. Gelen mahalleden arkadaşı Rıza’ydı. Amcık ağızlının elindeki el fenerinden geliyordu ışık. Rıza el fenerini kapattı ve “müjdemi isterim göt !” diye bağırdı. Faruk ne olduğunu anlayamamıştı. “Ne müjdesi?” dedi. Rıza, Faruk için bir adet sünnetlik, ve bianchi marka 18 vites bisiklet kiralamıştı. Faruk’un gözleri doldu. “Adamsın ulan!” deyip sarıldı Rıza’ya. Ama Rıza ekledi: “bak olum, saat 12 ye kadar kiraladım. O saatte dönmen lazım. Yoksa satın almamız gerekir, götü satsak ödeyemeyiz bunların parasını.” dedi. “Tamam” dedi Faruk. Ve çıktı yola…
              Şölen yerine ulaştı. İçeri girdiği andan itibaren herkesin gözü onun üstündeydi. Herkes ona bakıyor ve “vay amına koduğum salağına bak sen, utanmasa 40 ını bekliycekmiş” gibisinden bişeyler söylüyordu. E tabi haklıydı onlar da. Neyse, bi süre sonra kasap havaları, çiftetelliler falan derken Faruk iyice döktürmeye başlamıştı. Yanlışlıkla yan masada duran votka karıştırılmış vişne suyunu da çekince, iyice kayışı kopardı Faruk. Pistin ortasına gelip “Thom Yorke” dansı yapmaya başladı. Onu gören başbakanın kızı Prenses Emenike de etkilenmişti onun bu hallerinden. Yanına gidip iki gerdan da o kırdı. Saatler su gibi akarken muhabbeti de iyice koyulttular…
             Danslar bittikten sonra, sıra kesim anına geldi. Sünnetçi “bismillah” deyip eğildi Faruk’un önüne. “Niye bu kadar geç kaldın yavrum sen?” diye sordu. Cevap veremedi Faruk, utandı. Tam kesim işleminin sonlarına gelinirken, Faruk saati gördü. 23.45 i gösteriyordu. Sünnetçinin işinin bittiğini sanıp fırladı. Ama alınması gereken parça yerinde kalmıştı. O kadar hızlı koşuyordu ki Faruk, yolda o parça kendiliğinden düşüverdi.
              Arkadan koşan Prenses Emenike, Faruk’u yakalayamadı belki ama, ondan kalan bu parçayı bulabildi. Bunun üzerine tüm İstanbul’a haber salındı. Tüm evler tek tek gezilecek, parça kime uyarsa prenses onunla evlenecekti. Başladılar kapı kapı gezmeye… Üç adet jinekolog ve olay anında orda bulunan sünnetçiyle beraber yollara düşmüştü prenses. Ve en sonunda Nermin’in evine geldiler. Nermin’in oğullarına bakıldı, olmadığı anlaşıldı. O anda merdivenleri silen Faruk’un da ayağı kaydı ve merdivenlerden yuvarlanıp prensesin önüne düşüverdi. Herkes şaşkınlıkla birbirine bakıyordu. Jinekologlardan biri “Salak, yemin ediyorum gerizekalı bu çocuk. Kaldırın şunu da bakalım” dedi. Kaldırıp baktılar. Ve evet, parça cuk oturmuştu. Bunun üzerine prenses ve Faruk birbirlerine sarılıp ağladılar.
              Birkaç gün sonra da düğünleri yapıldı ve baş-göz edildiler. Zamanla kayınpederiyle arayı iyi tutan Faruk, kendisine bir “gemicik” aldı. Öyle öyle işi büyüttü, zamanla paraya para demedi. Götünü dolar destesiyle siler oldu.
              Para Faruk’u bozmuştu, çok bozmuştu, önünü alamadılar yani,öyle bozmuştu. bi yerden sonra bozmaz demişlerdi ama yine bozmuştu…

25 Mayıs 2011 Çarşamba

İşte Ben, Tam da Bu Sancılı Dönemde Aşık Olmuştum Fatma’ya…

Henüz ilkokuldaydım. Ve ergenliğe yeni girmiş olan her insan evladı gibi, ben de salaktım. Ergenlik öyle bir dönem ki a dostlar, erkeklerin %99 u bu dönemde ağır abaza olma yönünde ilk adımlarını atar. Ve birçoğu da o şekilde kalır. Onları bu durumdan kurtaracak, kurtarmasa da hiç olmazsa hafifletecek tek bir şey vardır: “bir kıza aşık olmak”.  İşte ben, tam da bu sancılı dönemde aşık olmuştum Fatma’ya…
         Gelin görün ki Fatma bir gün bile yüz vermedi bana. Bir süre “çok mu tipsizim lan acaba?” diye kendi içimde fırtınalar yaşadım. Ama sonradan öğrendim ki durum başkaydı. Fatma, benim sınıf arkadaşım Hasan’a aşıktı… Bunu öğrendiğimde tam anlamıyla yıkılmıştım. Bu dönemde yaşımın da etkisiyle nasıl oldu da arbesk-rap tarzı müzikler dinlemeye yönelmedim hayret ediyorum. Bünyem gerçekten de sağlammış…
Neyse, yenilgiyi kabul etmedim. Fatma’nın da beni farketmesi, bi şekilde hayran olması için elimden ne geliyorsa yapıyordum. Onların sınıfla maç mı var, tak… 4  gol atıyorum. (tabi Fatma Hasan’ı izliyor) Okul nöbetçisi oluyorum, o gün 10 defa Fatma’ların sınıfa girip “hocam müdür bey hede hödö gönderdi” deyip kağıt bırakıyor, bi yandan da Fatma’yı kesiyorum. Basketbol takımına kaptan oluyorum, satranç takımıyla derece yapıyorum, okul çıkışı kavga edip birilerini dövüyorum. Yok… Tüm okul bana hayran, ben Fatma’ya , Fatma Hasan’a, sonra hepimiz Hasan’a…
Bir süre sonra Fatma’yla Hasan işi iyice ilerletip el ele kol kola gezmeye başladılar. Ben de onları gördükçe çıldırıyor, sinirimden kendimi sikecek raddeye geliyordum. Baktım ki olacak gibi değil, Hasan’ı kenara çekip konuşmaya karar verdim. O gün öğle arası konuşmak için buluştuk. Yanımda (işler karışır da dayak falan yerim diye) en yakın arkadaşım deli Cengiz de vardı.. Cengiz’le kardeş gibiydik. Ama Cengiz, sinirlendiğinde 7 aslan, 9 kaplan, ve de 11.6 panter gücünde olabilen manyağın tekiydi. Ben de yapım gereği genelde böyle manyaklarla iyi arkadaş olurdum.
 Tam lafa  “bak böyle böyle kız meselesi…” diye girdiğim sırada, Cengiz birden deliriverdi. Çünkü Cengiz için ortada bir kız meselesi varsa, kan akmalıydı. “Dur etme” diyemedim manyağa. Allah muhafaza beni de alır, ikiye katlayıp cebine sokardı. O dakikadan sonra Hasan’la adeta bir oyun hamuru gibi oynamaya başladı. Bi ara kafasını okulun demir kapılarına vura vura parmaklıklardan içeri sokmayı denedi, olmadı.
Tam Hasan’ı Cengiz’in elinden kurtarmıştım, baygın halde kollarımdaydı ki, gelen bir sese doğru kafamı çevirmemle beraber, bir de kimi göreyim a dostlar? Fatma… Nefret dolu gözlerle bana bakıyordu. Aylardır bana aşık olsun diye etmediğim şebeklik kalmayan Fatma, yapmadığım birşeyden ötürü artık benden nefret ediyordu. O an içimden “ hay yetiştiğin toprakları sikeyim senin Cengiz” diye geçirdim, ama artık herşey için çok geçti. “Bi saniye, açıklayabilirim!..” bile diyemedim.
Fatma, ağlayarak yanıma gelip “Öğeahkheağğh !!” gibisinden bişeyler söyledi. Dediklerinden hiçbirşey anlamamıştım. Ama kesin küfür etmiştir diye “annen hariç de ulan, annen hariç de” demeyi de ihmal etmedim. Bunun üzerine Fatma iyice çirkefleşip kanlı gözleri ve ağzındaki salyalarıyla “Vöeahğraaahh !! ” diye ağlayarak saldırmaya başladı. İkisinin de sülalesine küfredip birer tekme savurduktan sonra kaçarak olay yerinden uzaklaştım. Tüm bu gördüklerimden sonra Fatma’dan da, Cengiz’den de, hayattan da iyice soğumuştum…
Sınıfa doğru giderken Cengiz’i gördüm. “Nasıl dağıttım lan lavuğu” deyip “kısı kısı kısı” diye yavşakça güldü. “Bi siktir git allasen Cengiz” dedim, yine güldü. Bunun üzerine gaza gelip “Hay amuha koyim senin Cengiz” dedim. Bu sefer gülmedi. Baktım ki dayak bir nefes kadar yakın: 
“ Helal olsun kardeşime” dedim. “Az bile yaptın. Bence bütün okul birleşip sırayla vermeli sana. Anca o zaman ödenir hakkın” 

21 Mayıs 2011 Cumartesi

Kızın Evindeyiz, Az İşim Var..

Üniversiteye başlayalı 3 ay olmuştu. üniversitede tanıştığım ilk arkadaşlarımdan biri olan Emir’le okulun bahçesinde oturuyorduk. Emir, ilk bakışta gayet akıllı, mantıklı ve düzgün bi tip gibi görülse de, o gün bunun böyle olmadığını ben de acı bir şekilde anlayacaktım. Yine her zamanki gibi oturmuş laflıyorduk. Ama Emir’de bi farklılık vardı. Bi türlü rahat olamıyordu. Başlarda “acaba bişeyin üstüne mi oturdu bu çocuk?” diye içimden geçirdim. Ara sıra yanıma biri oturacağı zaman kıçının altına kola kutusu neyin koyma gibi cıvıklıklarım vardır. Ama o gün öyle bişey yapmamıştım.

                  Baktım bunun lafa gireceği yok, ben girdim. “Olum başına kötü bişey mi geldi, bak burası Beyazıt, ortalık zenci dolu. Olabilir yani. Varsa bi sıkıntın anlat, benden laf çıkmaz” dedim. “ya bi siktir git allasen” dedi, gülüştük. Açılıp anlatmaya başladı.

              Meğersem, uzaktan akıllı başlı biri gibi görünen bu denyo, internetten tanıştığı bi hatunla muhabbeti baya ilerletmiş. İlerletmiş ilerletmesine ama, ibnenin evladı günlerce konuştuğu kıza kendisi diye benim fotoğraflarımı göndermiş. Yanlış anlamayın ha, çok “Tarık Akan” bi tipim olduğundan değil, korkmuş pezevenk. Etrafında kızmayacağını, affedeceğini düşündüğü tek kişi de ben olduğum için yapmış bunu. İki gün sonra buluşacaklarmış. Mekan, saat herşey belirlenmiş .

Bi süre iyicene küfredip sinirimi boşalttıktan sonra, “peki ya kız sana fotoğrafını gönderdi mi?” diye sordum. Göndermiş.  Elindeki laptopu açıp, bana kızın resimlerini gösterdi. Ancak, bu işte bi terslik vardı. Ben bilgisayar koltuğunda oturmaktan götü bostana dönmüş, evde kalmış kız kurusu bi tip beklerken, bir afet-i devranla karşılaşıvermiştim. Baştan “yok lan, bu kız da seni keklemiş.manyak mısın amınakoyim sen, akıl var mantık var” falan desem de, bi yandan da diğer ihtimali düşünüp, gidip buluşmaya karar verdim.

Ve nihayet büyük gün gelmişti. Buluşma yerine gidip beklemeye başladım. Üstümüzde ne olduğunu biliyorduk sadece. Büyü bozulmasın diye şimdiye kadar telefonda bile konuşmamışlar. Neyse, cinlik edip tuvaletlerin oradan  masaların olduğu bölümü gözlemlemeye başladım. Meğer aynı anda beni de gözlemleyen biri varmış. Derken  gözlerimde iki adet el, on adet parmak hissettim. Ama ne parmak… bi ara sapık zannetti de güvenlik görevlisi geldi sandım, öyle büyük parmaklar. Ve sevgili gönül dostları, yüzümü çevirmemle o ilk aklıma gelen tipi karşımda görmem bir oldu. Ben diyeyim 105, siz deyin 110 kilo, 1.55 boyunda ve de alabildiğine çirkin bir kız vardı karşımda. Tam manasıyla göte gelmiştim…

 Artık yapacak bir şey yoktu. Ama kalkıp gidemedim de hemen. Bi süre oturup boş boş konuştuk. Neden başkasının fotoğrafını gönderdiğini sordum. Duygulandı birden, gözleri doldu. “Ben, aramızda başka türlü bir bağ oluştu sanıyordum, dış görünüş bu kadar mı önemli aşkım” dedi. Emir denen amcıkağızlı arkadaşım kızla çoktan “aşkım” lı konuşmaya başladığından birbirimize “aşkım” diyorduk. Konuşmalarımızdan çıkardığım kadarıyla kız gayet iyi niyetli ve saftı. Onu orda o şekilde bırakamazdım. Bişeyler yapmam gerekliydi. Kız daha iki gün önce bi yakınlarını kaybettiklerinden bahsedip hüzünlendi. Bunu üzerine şöyle girdim lafa:

-     Ama yapma aşkım, var mı böyle kendini bırakmak.

+    Nasıl salmıyayım aşkım ya, kolay mı.

-    Bak böyle durumlarda dedemin bir sözü vardır. Hep kendime onu söylerim.

+    Nedir?

-    “Takmldijlerimgerttymınakyul”

+    Ne ? hiçbişey anlamadım aşkım.

-    Derdi ki: “Takmldijlerimgerttymınakyul”

+    O ne be?

-    “Takma dişlerimi getirin amınakoyim” demeye çalışırdı, konuşamazdı tabi onlar olmadan.

+    Ya aşkım ne diyosun sen allahaşkına.

-    Ya canısı bırak onu bunu da, bak köşede yeni bi çiğ köfteci açılmış, öğrenciye indirim de var. Gel bi oraya gidelim, ama yarım saatte yiyelim ki aktarmayı kaçırmayalım.

+   

-    niye sustun aşkım?

+    şey… yok bişey… tamam gidelim.

-    aktarmadan arttırdığın parayla bugün bi ekmek alırsın aşkım, düşünmek lazım bunları.

+    alınıyo mu onunla ekmek?

-    Normalde alınmıyo  ama “ya abi yarın getirsem olur mu yanımda yok şuan” falan derken veriyo onlar. Ertesi gün başka biyerden alırsın. Böyle  gider bu.

+    İnanmıyorum sana emir ! gerçekten yapıyo musun bunları?

-     Hehheh, ne sandın kızım, saf gibi gözüksek te, bizim de var cinliklerimiz.

Tüm bu konuşmalara rağmen baktım ki yeterli olmadı, masada duran bütün  kürdanları cebe atıp, peçetelerin olduğu kutuyu da çantama sığdırmaya çalıştım. Bu hareketimden sonra benden iyice tiksinmişti… Ama hala bırakmak istemiyordu. Ama ben kararlıydım, ne yapıp edip bu işi bitirecektim. Hesabı ödemeye giderken  kasada duran limon kolonyasını alıp, yarısını kafama, diğer yarısını da elime sıktım. Hemen arkasından da çocukluğumuzun ünlü “makarena dansı”nı yapmaya, ve aynı zamanda “hilkurellariyle makarena !!.” diyerek şarkıyı söylemeye başladım. Herkes bana bakıp gülüyordu, ama umrumda değildi. Ben sadece bu durumdan kurtulmayı düşünüyordum. Tam hesabı ödeyeceğimiz sırada kulağına eğilip “şimdi 3 deyince aşağıdaki yola doğru yardırmaya başlıyoruz, 20 lira verilir mi lan” dedim ve “ih heheheh” diye sırıttım. Yüzüme doğru baktı ve:

+   Hastasın sen. Şurdan alır mısınız hesabı.

-   Hehe,yok ya bağırsakları bozmuşum biraz. Sağolasın, kesene bereket.

+   Aptal !! gidiyorum ben.

-   Nereye yahu, daha bize giderdik.

+   Allah belanı versin!

Diyerek çekip gitti. Ben de zafer sarhoşu olmuş bi şekilde evimin yolunu tuttum. Mutluydum, çünkü karşımdaki insanı üzmeden, işi bir şekilde bağlamayı başarmıştım. Yolda Emir aradı. Tam ana avrat küfredicekken aklıma daha mantıklı bi seçenek geldi:

+   Alo, noldu lan, nasıl geçti?

-   Çok iyiydi olum, kız bayıldı bana.

+   Hadi ya.. nerdesin şimdi?

-   Kızın evindeyiz, az işim var, arıycam ben seni sonra..

+   Kadri!!  Lan !!  alo !!!

-   Kapatmam lazım, hadi öptüm.

+   lan, bi dur..

-   ÇAT!..

20 Mayıs 2011 Cuma

Açıklayabilirim!..

        

Merhaba sevgili okurlarım. (hep böyle bi giriş yapmak istemişimdir la,idare edin ) Satırlarıma başlarken, öncelikle yolu sevgiden geçen tüm gönül dostlarına selam etmek, ve “e kelekelekeh” diye gevrek bir esnaf kahkahası patlatmak isterim. Öncelikle neden blog açtığımı açıklayayım.

         Hepinizin de takdir edeceği gibi 140 karakter biçok şeyi anlatabilmek için yeterli değil.Şimdi derseniz ki: “ulan pezevenk, bişey anlattığın mı var. Paso şamata, gırgır, şebeklik peşindesin” ben de size derim ki: “olum ayıp ediyosunuz lan”Evet aynen böyle derim. Kendimi savunamam. O yüzden demeyin öyle şeyler.

         Şimdi sakın sanmayın ki 140 karaktere sığdıramadığım birçok mantıklı açıklamam var ve burda sizinle bunları paylaşıcam. Yok öyle bişey. Açıkçası ne tür şeyler yazacağım konusunda bi fikrim de yok.. Neyse, yazdıklarımı bir defadan fazla okuyup psikolojinizi sarsmamanız dileğiyle, şimdilik huzurlarınızdan ayrılırken, esenlikler diliyor ve çok sevdiğim insan, büyük üstad Kuşum Aydın’ın bir sözüyle veda ediyorum: “bir yerde büyük insanların küçük gölgeleri oluşucekse, sokarım öyle güneşe bacım afedersin.”
           
            Saygılar…